Adam yürüyordu. Çöl, çarpıcı bir tablo diye düşündü. Çarpıcı bir tablo. Çünkü burada her şey, herkes çarpılmış. Sular yerin altında, yerin altına doğru akıyor. Rüzgâr, hortumlar oluşturup göklere doğru esiyor. Bitkiler, ağaçlar, köklerini toprağın üstüne doğru salıyor. Dalları yerin altına doğru uzuyor. Hayvanlar bitkiler gibi, bitkilerse hayvanlar gibi yaşıyor.
Adam yürüyordu. İnsan kılıklı varlıklar görüyor, korkuyordu. Onlar, ya birbirlerinin etlerini yiyor veya kendi organlarını yiyorlardı. En çok sevdikleri de beyinleri ve kalpleriydi. Kafataslarını açıyor, beyinlerini avuçluyor, göbek hizasından açtıkları karınlarına dolduruyorlardı. Bunu yaptıktan sonra da, sanki ağızlarına şeker atmışlar gibi salyalarını saça saça, dillerini zevkle dışarı çıkarıp yalana yalana böğürüyorlardı.
Adam görüyordu. Bu mahlukların en sevdikleri çocuk yüreğiydi. Çocuk yüreklerine çok düşkündüler. Çocukları yerden kaldırıyor, şehvetle kucaklıyor, sıkıyor, sıkıyor, sıkıyorlar, heyecandan patlayacak hâle gelen çocuğun yüreği göğsünden fırlayıp dışarı çıkınca da hemen kapıp yutuyorlardı.
Adam görüyordu. Kadınlar kadın, erkekler de erkek değillerdi. Ortalıkta ihtiyarlar ve kız çocukları görünmüyordu. İhtiyarlarla kızları diri diri toprağa gömüyor, üzerinde tepiniyor, şarkılar, türküler söylüyorlardı. Şarkıları feryat ve figandı. Bunun çalgıları da işkence gören insanlardı. Çalgıcılar da işkenceciler. Akla hayale gelmedik işkenceler uygulanıyor, akıl almadık makamlar, besteler bulunuyordu. Cüzzam makamıyla a can aşıran makamları çok revaçtaydı.
Düğünleri dernekleri eşi bulunmaz bir işkence gösterisiydi. (Anlatılması akıllara ziyan verir düşüncesiyle anlatılamıyor.)
Doğumları onların bahar mevsimleriydi. Kadın çiçek açtı diyorlardı. Çocukların sütten kesilmeleri yaz mevsimiydi. Meyve daldan koptu diyorlardı. Çocukların çoğu yüreksiz ve beyinsizdi. Çünkü, sütten kesilir kesilmez taze kalp ve beyinler ana-baba tarafından yenirdi. Kafatasına bağırsak, kalbe de kursak yerleştirilirdi.
Çöl çılgın bir görüntüler albümüydü. Bu albümün sayfaları durmadan değişiyor, durmadan dönüyor dönüyordu. Adam şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyor ama yürüyordu.
İnsanlar ve mekanlar bir ebruli gibi iç içeydi. İnsanlar ebruli teknesindeki su ve boya gibiydiler. Görünmez bir el bu tekneyi durmadan karıştırıyor, şekilden şekle sokuyordu.
Adam yürüyordu. Her canlı bir aynaydı sanki. Hem kendine hem de başkasına bir aynaydı her canlı. Bir varlık kendini aynı anda hem insan, hem hayvan, hem bitki, hem de bir maden olarak görebiliyordu.
Adam, kendini de öyle görüyordu. Kendi varlığı bazen toprak, bazen kömür, bazen taş, bazen gümüş oluyor; bazen ot, bazen ağaç, bazen bir sebze, bazen bir çiçek gibi görünüyordu. Bir de hayvanlaştığı zaman çok korkuyordu kendisinden. Çoğu zaman eşek gibi görüyordu kendisini. Bazen ata dönüşüyor, bazen ayı, bazen tilki, kurt, bazen de maymun gibi görünüyordu.
Hele yüzler, hele de yüzler… Adam yüzlere bakmaktan korkuyordu. Kendi yüzünden ürküyordu. Diller, bukalemun gibiydi. Ağızlardan çıkan kelimeleri uzanıp hemen yutuyordu. Çünkü her ağız bir böcek yuvası gibiydi. Her konuşmada sanki yuva açılıyor, içinden sürünen, uçan mahluklar çıkıyordu. Solucan, kırkayak, akrep, arı aklınıza ne gelirse o cinsten canlılar fışkırıyordu da, karşı diller, karşı ağızlardan, yani yuvalardan çıkanları hemen yutuveriyorlardı. İnsanlar birbirleriyle besleniyor, birbirlerini besliyorlardı.
Ağızların büyüklüğü küçüklüğü de durmadan değişiyor, ağızlarda diller ve dişler de durmadan değişiyorlardı. Birer kobra yılanı oluyor, kıvrım kıvrım kıvranıyor, uzayıp kısalıyor, bazen sahibinin bütün yüzünü kapladığı, hatta bütün vücudunu yutacak hale geldiği de oluyordu.
Adam sesler duyuyor, kendine seslenen sesler. Bunlar birer çağrıydı. Ne çağrısı, neye çağrı olduklarını seziyor fakat iyice anlayamıyordu. Anlamak için dursa başka sesler yürümesini söylüyor, onu rüzgâr gibi sürüklüyorlardı.
Adam tekrar o sesi, o yüzü hatırladı. O ses hoş, o yüz güzeldi. O yüzdeki değişimler bir başkaydı. Çirkin renk ve çarpık şekil yoktu o yüzde. Mavi, pembe, kahverengi, beyaz kırmızı ve bu renklerin değişik tonlarıyla sürekli parlayan, göz kamaştırıcı, iç açıcı ışıklar, şekiller içinde şekillerdi o yüzde gördükleri. Ya sesi… Hele o sesi. Tarifi ne kadar zor. İnsanın içini tatlı ürpertilerle dolduran, gönlünde dayanılmaz haz yankıları oluşturan gök kubbeyi çın çın dolduran altın bir ses.
O yüzün ve o sesin sarhoşluğu içindeydi adam. Onun yanında korku duymuyordu. Onun güven verici bir iklimi vardı. O, gittiği yere o iklimi de götürüyor, çevresini kendi iklimine katıp değiştiriyordu. O konuştuğu zaman önce tatlı bir bahar esintisi vuruyordu yüzünüze. O esintiler içinde ağzından çıkan sesler dünyada benzerine az raslanır varlıklara dönüşüyordu. Çiçekler çiçekler açıyordu durmadan. Bal arısı, kelebek ve rengarenk kuşlar uçuşuyordu soluklarının esintileri arasında.
Dil. Aman Allah’ım, o ne dil öyle. Bembeyaz bir ışık çağlayanı. O ışık çağlayanından çıkan akıl almaz renkler, renk tayfları. Gözler kamaştıran parıltılar içinde çiçeklere, kuşlara dönüşen renkler. Ve mücevherler… Işıktan mücevherler… Bu dili duymaya can atan cannlar. O dilden dökülenlerle beslenip süsleniyorlardı. Bazen, o güzel yüzün ağzından çıkan bir ışık dalgası, dinleyenlerden bir kısmını baştan başa bürüyor, kendine katıp göklere doğru yükselip gidiyordu. Gökyüzünde göçmen kuşları gibi küme küme ışıklar oluşuyor, uçuyor uçuyor uçuyorlardı. Kimi zaman da tamamen gözlerden uzaklaşıp göklerin derinliklerinde kaybolup gidiyorlardı.
Bütün bunları o yüzü ilk gördüğü bir vahada seyretmişti adam. Şimdi çölün korkunç bir vadisindeydi. Huzursuzdu, korkuluydu. Neden buradaydı, onu da bilmiyordu. Ama o sesin çın çın çınlayışı hiç dinmiyordu. O çınlama, o tatlı çağırma onu kendinden geçirecek hale geliyor, ama bir türlü sesin kaynağına, sesin istikametine dönemiyor, dönemiyordu.
Birden suratında bir patlama duydu. Bu bir kadının sesiydi. Ses, yüzünü yalıyordu şimdi de. İğrenç bir yapışkanlıkla yüzünde gezinen sesler bitki böcek karışımı bir bulamaçtı. Kadının gözleri birer örümcek yuvası gibiydi. İki kör kuyu ağzı gibi gözleri kapatan ağlar, ona sanki bir sineği içine düşürmek isteyen iki tuzak gibi geldi. Kadının dili kalbine girmeye çalışan bir kobra kafası gibiydi. Dudakları birer akrep, burnu bir karınca yiyen gibiydi.
Adam korkudan aman Allah’ım, diye bağırdı. O kelime, o güzel kelime bir ışık, göz kamaştırıcı bir ışık topu gibi patladı ve adamı kuşattı. Bir ışık kalkanı içindeydi adam şimdi ve kadın ürküp kaçtı.
Çöl çın çın çınlıyordu. Çöl, par par parlıyordu. Sesler ve görüntüler çorbası içinde dönüp duruyordu adam. Çöl çadırları kara çalılar gibi kuşatmıştı her yanı. Her çadırın tepesinde antenler vardı. Her çadırın bir köşesinde görüntü camları asılıydı. Bu camlar antenlere bağlı, antenler de gökyüzünde gezen büyücü sandıklarına. Firavunların filimsel büyücülerinin sürekli ses ve görüntü püskürten sandıklarından oluk oluk ses ve görüntü bulamacı akıyordu antenlere, antenlerden camlara, camlardan da canlara doğru durmadan dökülüyor, dökülüyordu, bu bulamaçlar.
İnsanlar, bu görüntü ve ses bulamaçları bataklığında kurbağalar gibi, timsahlar gibi dönüp duruyor, dönüp duruyorlardı. Sanki çöl, kocaman bir ebruli sandığı, ses ve görüntüler de bu sandığa akan boyalı su, insanlar da bu suda yüzen ebruli kâğıtlarıydılar. Her insan sanki bir büyücü ebrusuydu.
Hohuhuvvaaa! Diye bağıran biri geldi adamın yanına. Aman aman aman bu ne varlıktı böyle, bu ne yaratıktı? Neye benzediği belli değildi. Benzersiz bir ebruliydi. Amip gibi her yana kayıp duran, kayarken sürekli renk değiştiren bir varlık. Her renk değişimi bir sesle birlikte oluyordu. Sesler de her ton ve frekansta uzuyor, kısalıyor, yükselip alçalıyordu. Yalnız, adam bin bir kareli bir cam ekran gibiydi, su gibi seyyal bir cam ekran.. Her karede bin bir çeşit bitki ve hayvan görüntüleri kaynaşıyordu, bu ekranda. Mahlukun kafasına baktı adam, korktu. Yüzü bir ahtapot gibiydi. Gözleri başının çevresinde dönüp duran bir kamera kafasıydı sanki. Kendi gözleri yerine konmuş bir kamera gibiydi, bu gözler. Kulaklar, bir dinleme cihazını andırıyordu. Bu bir robot dedi, adam, bu bir robot diye bağırdı. Yoksa, yoksa bu çölde insan sandığı her varlık birer robot muydu?
Bunları düşünürken bir başka varlık gelip şaşkın şaşkın baktığı varlığın koluna girip kaçırmıştı. Kendisi de kurtulmuştu böylece. İyi ama hiç kimseyle konuşamayacak mıydı? Bu hal ne idi? Kendisi neredeydi?
Adam, kafasında tomurcuklanan bu soruların sıkıntısıyla kıvranırken bir çadırın yanında yere uzanıp yatmış, o kadar ses ve görüntüsü olmayan birini gördü. Yosun tutmuş durgun bir su gibi, içinde bir takım gölgelerin kaynaştığı bu adama doğru yürüdü.
Merhaba dedi.
Merhaba dedi adam ve hafiften doğruldu.
Hey yabancı, nereden gelip nereye gidiyorsun? Buralı olmadığın belli. Çok şaşırmış, biraz da korkmuş gibisin, dedi. Bunları söylerken, siyah beyaz bir cam ekran gibiydi adam ve görüntüleri de net değildi, ekran karlama yapıyordu.
Adam, böyle bir ses, anladığı bir ses duymanın verdiği rahatlıkla, adama daha da yaklaştı. Yanına oturdu. Elini tuttu. Eli bir çınar yaprağı gibiydi. Kolu da bir çınar dalıydı sanki. Adamın yüzü yavaş yavaş bir çınar gövdesinin kabuklu kırışıklığına benzedi ve titremeye durdu. Gözleri de çınar gövdesinde açılmış karanlık iki kuş yuvası gibiydi.
Adam ses çıkarmadan çınarın dibine çöküverdi. O iki kuş yuvası gözlerden bir çift bakış kanatlandı ve adamın içine doğru uçuşa geçti. Bakışlar kalbe kondular. Kalbin hayat çeşmesi kaynıyordu. Birer yudum içtiler, apaydınlık oldular. Oradan havalanıp kafa konaklarına doğru kanat çırptılar. Kafa karmakarışık geldi onlara, nereye konacaklarına karar veremediler. Kafanın içi uçsuz bucaksızdı. Kıvrım kıvrım uzanan dallar soru tomurcuklarıyla doluydu. Patlamaya hazır tomurcuklarla doluydu dallar.
Hafıza vadilerinde kanat çırpalım dediler ve oraya yöneldiler. Derin dereler. Karanlık kuytular, sakin koylar sır vermeyen sislerle örtülüydü. Oradan sıkıldılar ve hayal göklerine yöneldiler. Aman aman aman.. Ne parlak bir dünya burası böyle dediler. Gözleri kamaşır gibi oldu. Samanyolları, galaksiler, rengarenk yıldız kümeleriyle sürekli değişen bir âlemdi burası. Sürekli yıldız doğuran beyaz delikler vardı. İki şaşkın bakış birden irkildiler. Bir karadeliğin çekim alanındaydılar. Bir gözbebeği gibi onları kendine çekiyordu sanki hemen yuvalarına döndüler.
Ehhh anlat bakalım dedi ihtiyar çınar. Buralarda işin ne? Anlat!
Ne anlatayım dedi adam. Bir görev için buralardayım dedi. Bir görev ama, görevimin ne olduğundan, doğrusu ben de pek haberdar değilim. Bu çölde, bu görüntüler ormanında böyle şaşkın dolaşıyorum. Bir güzel görüntünün cazibesine kapılıp giderken kendimi burada senin yanında buldum işte. Anlamadığım çok şey var. Hoş, anladığın ne var ki desen de cevap veremem ya. Anladığımı da sanmıyorum. Sen bana bir şeyler anlatacaksın gibi geliyor. gözlerin içimde gezindi durdu. Neler gördü, neler anladı, bilmek isterim.
İhtiyar çınarın yüzü değişmeye başladı. Dışı kurumuş toprak gibi ufalana ufalana dökülmeye durdu. Sanki bir toprak kalıp çözülüyor da içinden güzel bir insan heykeli çıkıyordu. Çözülme durdu. Tarifi zor bir insan güzeli çıktı ortaya. Yüzünü seyre doyum olmuyor, gözlerine ise bakılamıyordu.